Herkesin, çok hızlı akıp geçen zamanla derdi olduğu bir dünyada yaşadığımızı biliyorum. Eski insanların sıklıkla tekrarladığı lafları duyarak büyüdük; “ Nasıl geçti koca ömürler-bu zamanlar; hiçbir şey anlamadık!”
Bu sözleri çok irdeledim. Onlar üzerinde düşündüm. Yaşamlarına yeni bir şey katmayan, yeni öykü yazamayan insanın doğasında sıkılma, tekrar ve ezbere karşı bıkkınlık duymanın kaçınılmaz bir doğa kanunu olduğunu gördüm. Bir yerde zaman akıp geçse de, bir sürü işler yapıyor görünse de, aynıyı tekrar edenler için zaman denen şey; “Yalancı ve Yabancı…”
Zamanın daha ağır aktığı, birçok anımın olduğu İpsala’ya, yine o zamanın derinliklerinden çıkartıp davet ettiğim arkadaşım Kazım ile birlikte gittik. Önce annemi Paşaköy’e getirdik. Bahçesi komşu Asiye Hanım tarafından sulanmış, temizlenmiş bir halde, zamanın ağır akışı içerisinde bulduk. Bir yerde her şey aynı gibiydi…
Dut ağacı, kaybolan erik ağaçlarının, erguvanların, sümbüllerin, güllerin, zambakların anısına sahip çıkmış; zamanın son kırıntısına sımsıkı yapışmış bir haldeydi. Arkadaşım Şerif Bilir ile görüştük, akan zaman içerisinde kısacık bir anı daha zihnimizin not defterlerine düştük.
İpsala’ya geldik. Anıların cirit attığı, koşarak, coşarak İpsala sokaklarında, caddelerinde dolanıp durduğu yere. Artık Ali ağabeyin bakkal dükkânı tarih olsa da, o meşhur İpsala’nın marifetli ustalarının keşkül, supangle tatları uzaklarda kalmış görünse de yavaş akan zamanın içerisinde onları da dokunmadan edemedim…
Her gittiğimizde uğradığımız İpsala köftecisi, aynı tadı yarım yüzyıldır sürdürüyor diye övündüm… Üretme, diğer insanların mutluluğundan pay çıkarma sevdası içinde olan esnafların ömürleri bin yıl geçse de, sadece tabaklarındaki köftelerden para kazanma hırsları olmadığını biliyorum. Gözü, gönlü, mideyi doyurmak, insanın her haline hitap etmek apayrı bir zanaat, belki de sanat olayı…
O tatların içerisinde ortaokul günlerini eşeledim. Köfteleri pişiren, servisi yapan lokanta sahibi ve çalışanları gülümsediler. Kimden söz ettiğimi hemen anladılar. O sabahları geliyor, dediklerinde; “ O esnaf burada olsaydı ona gecikmiş de olsa teşekkür etmek isterdim.” Sözünü daha fazla merak etmesinler diye açıklamada bulundum.
Okul harçlığımızın beş köfteye yettiği kimi zamanlarda ana cadde üzerinde olan iki katlı küçük lokantaya koşardık. Burada genç, boylu poslu ve her daim gülümseyen bir esnaf bizi karşılar; “Hoş geldiniz çocuklar” demeyi neredeyse bir zanaat haline getirmişti. Yanılmıyorsam dükkânın alt tarafında birkaç masa, üst tarafı denen ( Kıçüstü ) bölümünde de üç masa vardı. Bizim için daracık merdivenlerden çıkılan üst kat bir sığınak yeriydi.
Genç esnaf, köfte ustası bilirdi bizim beş köfte yiyeceğimizi. Her defasında da soğanı, domatesi bol olsun derdik. Biz söylesek de söylemesek de bol gelirdi her şey; soğan da, domates de, hatta bir sürahi su da onun gülüşüyle birlikte gelirdi. Beş köfteyle kaç ekmek yerdik bilinmez. Bizden kar mı yapardı yoksa zarar mı? Bunu hiçbir zaman hissettirmedi…
Köfteleri yedikten sonra arkadaşım Kazım’a “ Birkaç çay içelim” diyerek bizim bıraktığımız zamandan daha büyük, daha bakımlı olan meydanda buluna çay bahçelerinden birkaç tanesine geçtik. Aklıma, belki yavaş akan zamanın hatırına biraz ötede Dursun’un işlettiği kıraathane geldi. Artık, onun mekânı da meydanın bir parçası olmuştu…
Dursun, tıpkı kırk yıl öncesinin Dursun’u; geleni misafir kabul edip, derhal ne yapacağını, ikramlarından sonra bir şeyler lazım olup olmadığını sorar. Yine ikramını yapıp sordu; “Benim yapabileceğim bir şey var mı?”
Şairin tepeden baktığı İstanbul, şaire nasıl heyecan verdiyse, ben ovadan baktığım, neredeyse zamanın kıyıcığında öylesine bekleyen İpsala’ya o gün, o ruh âlemi içinde,ağır akan zamanın içine süzüldüm. Etrafımı, diğer masalarda oturan İpsala insanlarını koşulsuz izledim…
Hepsi zamanın içerisinde donmuş yüzlerin bedenler gibiydi. Merak içinde, sen bir adım atsan onlar birkaç adım atıp; oraya yabancı gelen kişiyle, birkaç saat içinde arkadaş olup güne kim bilir ne sohbetler taşıyacaklardı.
Baktığım kişilerin hiçbirinin ismini bilmediğim gibi şahsen hiçbirisini tanımıyordum. Ama yüzleri, bakışları tanıdıktı… Bana verdikleri enerji, bakışlardaki o mana, fazlasıyla tanıdık ve samimiyet taşıyordu. Sonra Balkanlara doğru uzun uzun: Onlar da çok tanıdıktı… Kimisi dumanlı, kimisi türkülerde, bazıları da filmlerde sanatçı duyarlılığı ve yüreğiyle konuşuyordu…
İpsala’nın meydanları değişmişti değişmiş olmasına ama birçok sokak, cadde aynıydı. Yeni, bakımlı güzel evlerin yanında tek katlı, bahçeli ve İpsala ovası gibi verimli, meraklı bakan yüzler hep aynıydı; ağır akan zamanın içinde, belki de kıyıcığında kalmış insanlar ve İpsala…