1980 yılı 12 Eylül ihtilali'nden bir hafta sonraydı. Tekirdağ Ticaret Lisesi birinci sınıf öğrencisi Ali, hafta sonu için Paşaköy’de ki ailesinin yanına dönüyordu. İpsala dörtyol'da indi ve en son orada görüldü. Bir hafta sonra okuldan ailesini arayıp Ali niye okula gelmiyor diye sordular. İşte o zaman 14 yaşında ki Ali'nin kayıp olduğu anlaşıldı. Köyden İpsala'ya doğru arazileri sağlı sollu aradılar, gördüklerine sordular ama hiçbir iz ve işaret yoktu. 12 Eylül'ün ardından ülke zor günler yaşıyor sıkıyönetim kuralları sert biçimde uygulanıyordu. Ailesi o dönem askere, polise, savcılığa oğlunu sordu yada sormaya çalıştı. Köy insanı belki usulünce soramadı belki de yaşadığı ızdırapla derdini bile anlatamadı. Bir bilinmezlik ve çaresizlikle zaman akıp geçti. Darbe döneminin sert yüzü ile oğlumuzu askeriye aldı ve onların elinde iken fena bir yerine vurduysalar öldü veya aklını kaybetti. Oğlumuzda o dönemin kim vurduları arasına karıştı gitti. Kimi kime şikayet edelim diyerek, sıkıyönetimi ve o dönemin askeri mensuplarını suçladılar. Hatta bugünkü ifadeleriyle böyle düşünmeye yönlendirildiler. Arada köy odasına gelen telefonlara alo dediklerinde, oğlunu falanca yerde gördük diyenler oldu. Bazen de şu kadar para verirseniz yerini söyleriz diye umutlarıyla ümitleriyle oynadılar. Yıllar geldi geçti. Lakin Ali bir gün gelir diye gözleri hep kapının açılmasını, kulakları ise kapının oğlunuz geldi diye güm güm vurulmasını bekledi.
2016 yılında olayın üzerinden tam 36 yıl geçtikten sonra baba bir şeyler duydu. Anlatılanlara göre oğlu İpsala dörtyol'da aractan inmiş, Paşaköy’e doğru elinde çantasıyla yürümüştü. Yolun yarısında bir hayvan çiftliği vardı.Evladı orada alıkonulmuş, taciz veya tecavüze uğrayıp sonunda vahşice öldürülüp oralarda bir yere gömülmüştü. Babaya bunu sözde vicdanı sızlayan birisinin anlattığı, içkili bir ortamda itiraf edildiği söyleniyordu. Baba o günlerde olayda ismi zikredilen kişileri duydukça o acı günlerde yaşadıklarını tekrar tekrar düşündükçe, eksik taşlar yerine oturuyordu. Adliye’ye gitti savcılıkta dosyayı açarak yardımcı olmaya çalıştılar. Lakin zaman geçtikçe maalesef bir yere varılamadı. Ali'nin anne ve babası 80'li yaşlarını devirmeye hazırlanırken, keşke oğlumuzun bir mezarı olsaydı ya da akibetini bilseydik diye dünya ızdıraplarını dolduruyorlar. Ayşe annenin vücudunda derman kalmadı ve sinirleri bu acıya artık dayanamadı. İki aydır elini ayağını oynatamayacak kadar halsiz, bitkin ve yatalak. Gözü ise hala duvardaki Ali'nin fotoğrafına bakıyor. Bu dünya’da kavuşamadık ama kavuşmak için ahirete geliyorum diyor. Baba ise oğlunun adı geçince hıçkırarak ağlıyor ve hala öldüğüne inanmak istemiyor. Bir gün gelir diye de beklemeye devam ediyorlar ve gelirse oğlumuz şu an 55 yaşında olacak diye de mırıldanıyorlar.
Toplumun sesi ve vicdanı olmaya çalışan bir din gönüllüsü olarak diyorum ki; Üzerinden 41 yıl geçse de bu olay ile ilgili bu kadar çok bilinmezliğe inanmıyorum .Birileri bu sırları yada sırrı yıllardır saklasa da bu olayın şahitleri, bilenleri, duyanları muhakkak vardır diye düşünüyorum. Olayın faillerine yada faillerini bilenlere duyanlara ve onların vicdanlarına sesleniyorum. Evladının hasretiyle yanarken, ölüm döşeğinde bir anne ve hayatının son demlerinde bir babanın, oğullarının mezarını bilmeye O’nun kemiklerinden kalanları bulmaya hakları var. Faillerin ya da olayı bilenlerin ya da duyanların kanunlar önünde cezadan kurtulmaları bu dünyada mümkündür. Peki ya Allah'ın mahkemesinde ne olacak ! Nasıl kurtulacaklar! Nasıl hesap verecekler!
Yazımı yayınlayamadan Ayşe nine oğlunun duvardaki resmine baka baka emaneti teslim etti. Dünya çilesini tamamladı. İnancımız gereği evladına kavuştu. Baba ise eşine yanarken, oğlunun duvardaki resmine bakıp hala oğlundan bir haber bekliyor. Bu dünyada ondan bir haber almaya hakkı yok mu?