Yazın yaşamı içinde olanlar çok iyi bilirler; bir şey düşerse aklınıza ve gönlünüze artık onu yazmaz, hatırlatmaz, derleyip toparlamaz iseniz vay halinize…
Ezilir, burkulur, hatta ruhunuz tarafından deşilir durursunuz. Çocukluğa düşen, aynı zamanda süzülen anılar neredeyse katıksız ve geçen yıllar sonrası iyice demlenmiş olurlar. Siyasi, ticari, dini ve herhangi bir amaç taşımazlar edebi ve sosyal sancılardan başka…
Paşaköy’den birisi tam olarak Aziz Işık kimdir, bana anlat dese anlatamam. Erken ölen, bizim mahalleye uzak oturduğu için onunla ilgili bir tek hatıradan başka bir şeyim yoktur elimde. Belki de Aziz Işık ile çok az olan anı sayesinde bu kadar öne çıktı bu geçmişin en kuytu köşesinde kalan hatıra… Hasan dedem henüz ölmemişti o zamanlar. Paşaköy’ün bayır mevkiinde bizim de herkes gibi tarlamız vardı. Güneye doğru uzanan; dar uzun bir tarla…
O yıl ayçiçeği ekimi yapmıştı babam. Gün, harman zamanıydı. Demek ki aylardan Eylül, sonbaharın ayak seslerinin, ruha serinlik sunan rüzgârlarının estiği yerde, tarlamızın biraz ötede, kır çiçeklerinin, baharatların tam manasıyla sonbahar koktuğu zamanlardaydık…
Aziz Işık kimin biçerdöverinde şofördü bilemiyorum. Muhtemelen Bozlar’ın şoförlüğünü yapıyordu. Yeşil renkli John Dere marka biçerdöveri durdurdu. Bir çocuk için Don Kişot’a bir dev, canavar gibi görünen yel değirmenleri kadar azametli aracı istop ettikten sonra yüksekçe merdivenlerinden aşağı indi uzun boylu adam. İsmi Aziz Işık…
Yüzünde, incecik bıyıklarında bir jön, başrol oyuncu duruşu…
Daha sonra oldukça fazla sevdiğim Ayhan Işık, Sadri Alışık kadar gönlüme düşen bir karakter oldu Aziz Işık. Üstü başı, yüzü, gözleri incecik toz, ter içindeydi. Sonbahar gibi bir silkindi önce. Elinde taşıdığı sepeti kır kokuları taşıyan bayırın en uygun, düz yerine koydu. İçerisinden çıkarttığı şile bezini bir güzel serdi yere. Bir küçük karpuz, peynir, yumurtalı biberdi bütün yemeği…
Tam bir jön-başrol oyuncusu duruşu içinde “ Buyurun sofraya” dedi. Dedem birkaç yudum alıp kenara çekildi. Kırların kokusu acıktırmıştı çocuk ruhumu. Aziz Işık, öyle bir samimi buyur etmişti ki, bir parça utanır, sıkılır halde olsam da onunla birlikte yudumladım sofranın eşsiz nimetlerini. Sofradan kalan bir ayrıntı yarım yüzyıllık bir anının da karşılığıdır. Acıkmıştı Aziz Işık. Ama açgözlü değildi elleriyle bandırdığı yemeğini, parmaklarıyla ağzına taşıdığı peyniri tutuşunda, ağzına taşıyıcında bir oyuncu hüneri vardı. Tok olan insanı dahi özendirecek bir halde yudumluyordu şile bezi üzerinde duran besinlerini. Karpuz, bugün insanların, insanlığın peşinde koştuğu en organik haldeydi. Aziz Işık da öyle, saf, tertemiz bir şoför değil de, uluslararası yapımcıların çektiği bir filmde, başrol oyuncusu şoför öyküsü anlatan bir filmin seti içinde gibiydik…
İki Üveyik uçtular oturduğumuz yerin kuzey tarafına. Bir Kerkenez iyice odaklandığı avının üzerinde, rüzgârın eşsiz şenliği ile birlikte kendi sofrasını kurma, yemeğini yakalama telaşı içinde süzülüyordu; Paşaköy’ün masmavi güz esintileri içinde… Aziz Işık, bir kişilik yemeğini bizle paylaştığı halde az yemiş, öz yemiş, çıkısını toplarken kalanları da bir güzel geriye, sepetine koymuştu. Sofra kurulurken de bir tat vardı, toplanırken de…
Ağzını şaplatarak, tat alarak yemişti yemeğini Aziz Işık. Belki beş on dakikası daha vardı işinin başına, biçerdöveri tarlaya sürme adına. Kalan beş dakikayı da dedemle cigaralarını yakarak değerlendirdiler. Böyle bir anı-sahne tam manasıyla yarım yüzyıldır peşimde. Şimdi çıktı yeryüzüne. Milyonlarca yıl bekleyin de ancak bu zaman çıkan kaplıca suları gibi dem ve şifa niyetine. Rahatladı ruhum, salındı bedenim; bir oh çekip gidiverdim Paşaköy bayırı, baharat kokulu tarlamızın başına…
Bir selam etmenin en güzel tarafıdır yaşama tat-tuz katmış insanları isimleriyle anmak, gitmiş oldukları sonsuz uzayda, Hasan Serin ile Aziz Işık’ı hatırlamak; yazı sanatına minnetle…